25 Ocak 2008 Cuma


Nasıl girdik birbirimizin aklına? Çarpıştık mı? Hayır. Yıldırım çarpması mıydı? Yok canım! Sen zaten paratoner gibiydin, benim fırtınalarım ise çok basKa kalplerin coğrafyalarında esiyordu. Tanıştık, birbirimizi tanıdık mı? Tanıştığımız pek söylenemez, birbirimizi tanıdığımız ise hiç söylenemez... Yavas yavas birbirimize alıştığımız için mi oldu bütün bunlar? Hayır. Bir türlü alışamadık birbirimize. Sen hâlâ irkiliyorsun! Ben hâlâ laflarımı karıştırıyorum... Doğrusu şu ki, birbirimizin yanından gelip geçerken, ne olduysa oldu işte, takıldık, hatta yapıştık sanki... Senin sözlerin kaldı bende, benim gözlerim sende... Senin başını öne eğişin, gülüşün, onca kalabalık içinde kendi başınalığın iz bıraktı bende... Benim bakışlarım kaldı sende... Senin yürüyüşün, benim duruşum... İki de bir çıkan bir kopça gibi, ikide bir açılan çıtçıt gibi Bir bağlandık, bir koptuk; bir takıldık, bir ayrıldık. Her ayrılışta kimselerin anlayamadığı, işitemediği küçük bir "çıt" sesi çıktı belki. Ama o her "çıt" kemiklerimiz kırılıyormuş gibi acı veriyordu... Ayrılık dediğim, öyle melodram sahneleri değil elbette. Kalpte bir sızıntı, esirgen mi? bir bakış ve inatçı bir suskunluktu bizim için ayrılık... En beteri ise davranış dilimize dökülmüş inkâr ve reddetmeydi... Anlayamadık gitti bunu. Başımıza gelen bu tuhaf şeyi yok saydık; Güldük geçtik bazen, başka şeylere yorduk. Üzerine gitmedik. Ama üzerinden de geçemedik iste! Birbirimizden ayrı, kendi hayatlarımızın ırmağında akıp durduk. Asklar, acılar yaşadık; sevdik, sevildik, sevindik, üzüldük. Yine de benim aklımın kuytusunda hep sen vardın, senin aklinin kuytusunda hep ben... Sen hep ortalarda görünmemi istedin, ben de seni hep görebilmeyi... Birbirimiz için "deniz feneri" gibiyiz artik. Işıkların yanmadığında kötü oluyorum. Işığımı göremediğinde telaşa kapılıyorsun. Biliyorum, biliyorum. Ve kayalıklara çarpmadan yol alabilmek için, bundan böyle birbirimizin iyice uzağından geçeceğimizi de biliyorum...

Hiç yorum yok: